Dub yapmaya 1995'te başlayan Steve Vibronics, kısa sürede önemli yeni nesil prodüktörlerden biri oldu. 1996'da Zion Train ile beraber Universal Egg isimli plak şirketini kurdular. Iration Steppas, Alpha and Omega, The Disciples, Jah Free ve Zion Train gibi pek çok önemli isimle çalışan Steve Vibronics daha sonra vokalde Boney 'L', Richi Rootz ve melodikada Vitamin 'M' ile The Vibronics isimli projeyi kurdu. 2000 yılında 'Dub Italizer' isimli albümü kaydettiler. Steve Vibronics ve Richi Rootz 2000 yılında reggae ve dub dünyasının önemli plak şirketlerinden 'Scoops Records'u kurdular. Dünyanın her yerinde canlı performans ve setler yapan Vibronics, dub müziğinin en önemli prodüktör ve gruplarından biri. Grubun öne çıkan vokallerinden Madu kilise korolarında şarkı söyleyerek müzik hayatına başlamış; 80'lerden günümüze ise kendi liriklerini söylüyor. Yerel ses sistemlerinden Aba-Shanti-I Sound System gibi baba isimlere pek çok etkinlikte yer alan Madu, son dönemde ağırlıklı olarak Vibronics ile çalışıyor ve akıcı vokaliyle günümüz reggae ve dub'ının en iyi yorumlarından biri olarak değerlendiriliyor.
Steve Vibronics ile bundan birkaç sene önce İstanbul’da sergiledikleri performans öncesi konuşmuştuk.
"Dub'ın yeni sound'u Vibronics" diye bir mottonuz var. Bununla ne kastediyorsunuz?
Dub, stüdyoda yeni sound’lar yakalamaya dayanan ve uzun süredir var olan bir tür. Etrafta bir sürü geçmişten etkilenilerek yapılmış sound var ve bence onlar da iyi. Ama gerçek dub’ı ileriye iten bir müzik yapmayı seviyorum.
Nisan ayında ‘UK Dub Story’ isimli yeni albümüz çıktı. Sizin dub hikayeniz nedir?
Benim dub hikayem 1990’da uzun zamandır güçlü bir reggae ve dub sahnesi olan Leicester şehrine taşınmamla başladı. Jah Shaka, Aba-Shanti-I gibi büyük dub sound system’larını dinlemeye başladım ve olayın tamamen içine girdim.
90’lardan önce müzikal olarak nelere odaklanmıştın?
O zamanlar daha çok punk ve indie dinlerdim.
İngiltere’de dijital dub’ın ilk zamanlarında insanların bu yeni türe tepkisi nasıldı?
Şimdiki gibi o zamanda çeşitli tepkiler alıyordu. Bazı insanlar 1970’ler ve 80’lerin başındaki gibi bir sound’la dub dinlemek istiyorlardı; ama çoğu insan yapılan yeni işleri sevdi ki türün İngiltere’de hâlâ popüler olmasının nedeni budur.
80’ler dub’ını çağdaş örneklerle karşılaştırdığında gördüğün en büyük fark ne?
Erken dönemde yapılan işlerin çoğu canlı enstrümanlarla gerçekleşiyordu ve katkıda bulunan çok fazla insan vardı. Şimdi ise biz bu müziği stüdyoda bir iki kişi yapıyoruz. Erken dub parçalarının bir diğer özelliği ise bir reggae parçasını almak ve bunu echo, reverb gibi stüdyo oyunlarıyla mikslemekti; oysa şimdi yapılan parçaların çoğu çıkışından itibaren dub olarak şekillendiriliyor.
Buradan görüldüğü kadarıyla İngiltere, bugün pek çok kentiyle dub’ın ‘başülkesi’ konumunda. Bir sound yapıp ertesi gün onu dinleyici kitlenizle paylaşıyorsunuz. Çoğu yerde marjinal kalan bir türü bu yoğunlukta yaşamak nasıl bir his ve geri dönüşleri bu kadar hızlı almak sound’unuzu nasıl etkiliyor?
Müzik yapıp onu aynı hafta, hatta işi bitirdiğinizin gecesinde insanlara çalmak harika bir şey; ama bu reggae’de yeni bir şey değil. Jamaika’da müzik yapılır ve anında stüdyodan alınıp sound system’larda çalınmak üzere götürülürdü.
Esin kaynakların neler?
Müzikal anlamda temel olarak etkilendiğim isimler Scientist, King Tubby, Lee Perry & Augustus Pablo gibi klasikler arasına girmiş Jamaikalı prodüktörler ve sesçiler. Russ Disciple, Manasseh, Dub Judah ve Iration Steppas gibi İngiliz prodüktörleri dinleyerek de epey bir şey öğrendim. Ama folk, elektronik, avant garde, punk gibi pek çok müzik türünü seviyorum; bu, upuzun bir liste olabilir!
Bir akustik projeniz olduğunu duydum; bu yeni bir şey mi, biraz bahseder misin?
Müziği stüdyoda yaptığımız için kendisiyle biraz oynayarak farklı bir şey yapma düşüncesini sevdim. Akustik proje tamamen şarkıcılara ve onların şarkılarına dayanıyor; böylece onlara ağır bir bas ve stüdyo hileleri olmadan da müziklerinin ne kadar iyi olduğunu insanlara gösterme şansını veriyoruz.
11 Ekim’de bir etkinliğiniz var; bu gece Dread Culture’la performansınız olacak. Aynı gece ülkenin ilk dub gruplarından 12 Metreküp de çalacak. Geceyle ilgili hislerin neler?
İstanbul her zaman görmek istediğim bir yer olmuştur ve bunla ilgili epey heyecanlıyız. UK dub’ının çok iyi bilinmediği yerlere gidip dinleyiciyi türle tanıştırmak ise bizim misyonumuzun bir parçası. Hayat boyu vejeteryan olmuş biri olarak ise Türkiye’nin sebze yemeklerine bayılıyorum; yani her açıdan hazırım!
[i]
Steve Vibronics ile bundan birkaç sene önce İstanbul’da sergiledikleri performans öncesi konuşmuştuk.
"Dub'ın yeni sound'u Vibronics" diye bir mottonuz var. Bununla ne kastediyorsunuz?
Dub, stüdyoda yeni sound’lar yakalamaya dayanan ve uzun süredir var olan bir tür. Etrafta bir sürü geçmişten etkilenilerek yapılmış sound var ve bence onlar da iyi. Ama gerçek dub’ı ileriye iten bir müzik yapmayı seviyorum.
Nisan ayında ‘UK Dub Story’ isimli yeni albümüz çıktı. Sizin dub hikayeniz nedir?
Benim dub hikayem 1990’da uzun zamandır güçlü bir reggae ve dub sahnesi olan Leicester şehrine taşınmamla başladı. Jah Shaka, Aba-Shanti-I gibi büyük dub sound system’larını dinlemeye başladım ve olayın tamamen içine girdim.
90’lardan önce müzikal olarak nelere odaklanmıştın?
O zamanlar daha çok punk ve indie dinlerdim.
İngiltere’de dijital dub’ın ilk zamanlarında insanların bu yeni türe tepkisi nasıldı?
Şimdiki gibi o zamanda çeşitli tepkiler alıyordu. Bazı insanlar 1970’ler ve 80’lerin başındaki gibi bir sound’la dub dinlemek istiyorlardı; ama çoğu insan yapılan yeni işleri sevdi ki türün İngiltere’de hâlâ popüler olmasının nedeni budur.
80’ler dub’ını çağdaş örneklerle karşılaştırdığında gördüğün en büyük fark ne?
Erken dönemde yapılan işlerin çoğu canlı enstrümanlarla gerçekleşiyordu ve katkıda bulunan çok fazla insan vardı. Şimdi ise biz bu müziği stüdyoda bir iki kişi yapıyoruz. Erken dub parçalarının bir diğer özelliği ise bir reggae parçasını almak ve bunu echo, reverb gibi stüdyo oyunlarıyla mikslemekti; oysa şimdi yapılan parçaların çoğu çıkışından itibaren dub olarak şekillendiriliyor.
Buradan görüldüğü kadarıyla İngiltere, bugün pek çok kentiyle dub’ın ‘başülkesi’ konumunda. Bir sound yapıp ertesi gün onu dinleyici kitlenizle paylaşıyorsunuz. Çoğu yerde marjinal kalan bir türü bu yoğunlukta yaşamak nasıl bir his ve geri dönüşleri bu kadar hızlı almak sound’unuzu nasıl etkiliyor?
Müzik yapıp onu aynı hafta, hatta işi bitirdiğinizin gecesinde insanlara çalmak harika bir şey; ama bu reggae’de yeni bir şey değil. Jamaika’da müzik yapılır ve anında stüdyodan alınıp sound system’larda çalınmak üzere götürülürdü.
Esin kaynakların neler?
Müzikal anlamda temel olarak etkilendiğim isimler Scientist, King Tubby, Lee Perry & Augustus Pablo gibi klasikler arasına girmiş Jamaikalı prodüktörler ve sesçiler. Russ Disciple, Manasseh, Dub Judah ve Iration Steppas gibi İngiliz prodüktörleri dinleyerek de epey bir şey öğrendim. Ama folk, elektronik, avant garde, punk gibi pek çok müzik türünü seviyorum; bu, upuzun bir liste olabilir!
Bir akustik projeniz olduğunu duydum; bu yeni bir şey mi, biraz bahseder misin?
Müziği stüdyoda yaptığımız için kendisiyle biraz oynayarak farklı bir şey yapma düşüncesini sevdim. Akustik proje tamamen şarkıcılara ve onların şarkılarına dayanıyor; böylece onlara ağır bir bas ve stüdyo hileleri olmadan da müziklerinin ne kadar iyi olduğunu insanlara gösterme şansını veriyoruz.
11 Ekim’de bir etkinliğiniz var; bu gece Dread Culture’la performansınız olacak. Aynı gece ülkenin ilk dub gruplarından 12 Metreküp de çalacak. Geceyle ilgili hislerin neler?
İstanbul her zaman görmek istediğim bir yer olmuştur ve bunla ilgili epey heyecanlıyız. UK dub’ının çok iyi bilinmediği yerlere gidip dinleyiciyi türle tanıştırmak ise bizim misyonumuzun bir parçası. Hayat boyu vejeteryan olmuş biri olarak ise Türkiye’nin sebze yemeklerine bayılıyorum; yani her açıdan hazırım!
[i]